Olgunluk, dışarıdan görünmeyebilir. Onu bir yaşta, bir unvanda ya da bir davranış kalıbında tanımlamak kolay değildir. Ama hissedilir; tutumlarda, seçimlerde ve en çok da sessizlik anlarında kendini gösterir. Kimsenin görmediği yerlerde sorumluluğu üstlenebilmek, fark edilmeyen bir yükü omuzlayabilmek işte bu, görünmeyen ama derin bir ahlaki duruşun göstergesidir.
Yetişkinlik, yalnızca hak kazanmakla değil; o hakların beraberinde getirdiği yükümlülükleri taşıyabilmekle ilgilidir. Oysa günümüzde, sorumluluk alma davranışı giderek ertelemeyle, gelmeyle, hatta çoğu zaman başkasına yüklemeyle yer değiştiriyor. “Benim görevim değil” cümlesi, yalnızca iş tanımını değil, insanlık sorumluluğunu da sınırlandırıyor.
Psikolojik gelişim kuramları, özellikle Erik Erikson’un modeli, olgunluğun bireyin yalnızca kendine değil, başkalarına da fayda sağlayabildiği noktada ortaya çıktığını söyler. Bu, sadece bir denge değil, bir yöneliştir: Kendini aşabilmek ve dünyaya dair bir katkı hissi taşıyabilmek.
Ancak günümüz dünyasında bu katkı hissi sıklıkla zedeleniyor. Sosyal medya kültürü bireyi “görünmekle” meşgul ederken, “sorumlu olmak” ikinci plana itiliyor. Gündelik hayat, hızla tüketilen sorumluluklar ve anlık tepkiler üzerine kurulmuşken; derinlikli kararlar, sabır ve ahlaki tutarlılık zaman zaman zayıf kalıyor. Böyle bir düzlemde olgunluk, yalnızca kişisel bir erdem değil, aynı zamanda toplumsal bir ihtiyaç hâline geliyor.
Yaşadığımız orman yangınları, sel felaketleri, savaşlar ve göç krizleri… Her biri yalnızca hükümet politikalarıyla değil, bireysel ahlaki reflekslerle de yakından ilişkilidir. Yardıma uzanan bir el, görmezden gelinen bir haber, bilinçli bir tüketim kararı ya da sadece duyarlılıkla yazılmış bir cümle… Hepsi bu dünyada kim olmak istediğimizin birer yansımasıdır.
Psikoterapide, özellikle ACT (Kabul ve Kararlılık Terapisi) yaklaşımında, bireyin değerleriyle tutarlı yaşaması merkezdedir. Anlamlı bir hayat, rahatsızlıktan kaçınmak değil, değer uğruna rahatsızlıkla kalabilme cesaretiyle mümkündür. Bu açıdan olgunluk, sadece “ne istiyorum?” sorusunu değil, “neye sadığım?” sorusunu da yanıtlamaktır.
Peki ne yapabiliriz?
•Günlük yaşamda: Söz verdiğimizde yerine getirmek, ertelemek yerine hatırlamak, küçük çıkarlar uğruna değerlerimizden taviz vermemek. Basit ama etkili adımlar.
•Toplumsal krizlerde: Afet anlarında yalnızca üzülmekle değil, harekete geçmekle. Sessiz kalmanın da bir tutum olduğunu unutmadan. Savaşlara, yoksulluğa, çevresel felaketlere karşı duyarsızlaşmadan.
•Ebeveynlikte ve eğitimde: Çocuklara yalnızca neyin doğru olduğunu öğretmek değil, doğruyu yaşayarak göstermek. Söyleneni değil, yaşananı öğrenirler.
•İş hayatında ve kurumlarda: Adaletin, liyakatin ve şeffaflığın yalnızca belgelerde değil, kararlarda ve ilişkilerde yaşatılması. Kurumsal etik kültür, bireysel tutarlılıkla başlar.
Bugün toplumsal hayatta sıkça karşılaştığımız tıkanmalar; büyük krizlerden çok, küçük ihmallerin normalleşmesinden doğar. Erteleme, suçu başkasına atma, geçici çözümler… Bunlar bireyin iç sesiyle bağının zayıfladığını gösterir. Oysa dünyada en çok ihtiyaç duyduğumuz şey, kendi vicdanıyla bağlantısını koparmamış insanlardır.
Sözün özü; olgunluk, yaşla değil, yükle ölçülür. Sorumluluk ise yalnızca görev değil, bir bilinçtir.
Temennim odur ki; değerlerinizi sadece taşımakla kalmayıp yaşadığınız, hem kendinize hem de bu dünyaya karşı dürüst kalabildiğiniz bir hayatınız olsun.

